top of page

Tek Odak Sıkıntısı




Aşk kavramı yüzyıllardır edebiyatçılar, filozoflar, ruh sağlığı uzmanları tarafından tanımlanmakta ve bu tanımlar birbirinden etkileyici ifadeleri barındırmaktadır; sarsıcı şiddette sevgi, sevdiği şeye körü körüne bağlanma ve hatta Farsça’da bu sevgi nedeniyle ‘hastalanıp yataklara düşme’ gibi birçok uç durumu tanımlayan kelimeler seçilmektedir.


En naif tanımdan, en sarsıcı olanına kadar incelediğimizde, romantik aşkın içeriğinde mutlaka bir idealizasyon durumu olduğunu görürüz. Yani aşık kişi, aşık olduğu kişiyi olduğundan daha çekici/akıllı/önemli/etkileyici görür. Bu idealizasyon durumunun işaretlerine ‘ayakların yerden kesilmesi’, ‘karında kelebekler uçuşması’, ‘yemeden içmeden kesilmek’ ve benzeri deyimlerle günlük hayatta rastlarız.


Hepimizin bildiği gibi bazı insanlar aşkı çok yüksek duygu durumlarında yaşarlar. Üzüntüleri eziyete dönüşürken, mutlu anlarda yere göğe sığamazlar; zihinlerini meşgul eden başat konu aşık oldukları kişidir. İlişkileri iyi gidiyorsa iyi, kötü gidiyorsa kötü hissederler. Bu durum dışarıdan bazen anormal olarak algılanır ve bazı insanlar aşkı ‘hastalıklı bir durum’ olarak tanımlar. Gerçekten de bu danışanların aşk acısı nedeniyle psikoterapiye başvurmaları seyrek rastlanan bir durum değildir.


Bu noktada problemin kaynağına baktığımızda yaşanan sıkıntıların partnerle kurulan romantik ilişkilerle değil, çocukluk döneminde kurulan ilişkilerle ilintili olduğunu görürüz. Doğumdan itibaren ebeveynlerimizle kurduğumuz her ilişki bizim dünyayı algılayış biçimimizi şekillendirir; dolayısıyla tüm sosyal ilişkilerimizi de.


İhmal edilen bir çocuk dünyayı ve insanları güvenilmez bir yer olarak, kendisini de korumasız ve çaresiz olarak algılayabilir; şiddete uğrayan bir çocuk insanlardan korkabilir; sevgi görmeyen bir çocuk değersiz, aşağılanan bir çocuk aşağılık hissedebilir.

Bu durumların hepsi çocuğun küçük benlik kapasitesi için travmadır. Çünkü insan, sağlıklı, sevgi dolu ilişkiler kurmaya muhtaç bir varlıktır. Ancak o zaman tam olarak kendini bulabilir. Kendinden uzak düştüğü her an ise belli derecelerde acı çeker. Çocuklukta kurulan ilişkilerdeki travma izleri yetişkinlikte de benzer duygular hissedildiğinde tetiklenir. Anne ve baba sayesinde doyurulması umulan fakat doyurulamayan duygusal tatmin, tüm sosyal ilişkilere yansır. Bu durum elbette ki romantik ilişkilerde kendini fazlaca ortaya serer.


İlk sevgi nesnesi olan anne, bebeğinin fiziksel ihtiyaçlarını karşılarken, onu duygusal olarak da besler. Bebeğin anneye tamamen muhtaç olduğu süreç geçtikten, ilk adımlarını atabilir hale geldikten sonra bebek, anneden ayrışmanın da ilk adımlarını atmaya heveslenir. Annenin elini tutmadan kendi seçtiği yöne doğru birkaç adım ilerlemesi, çevreyle ilgilenmesi onun ilk bireyselleşme girişimleridir; motivasyonu ise keşif ve merak duygusudur. Bu duygu ve eylem sayesinde çocuk kendi seçimlerini yapmanın tadını da almaktadır.


Bu noktada ruhsal olarak sağlıklı bir anne, çocuğunun canlı merakını teşvik eder ve ona şu mesajı verir: “Bana geri dönmeye ihtiyaç duyduğun her zaman senin yanındayım!”

Gerçekten de çocuk, kısa bir süre sonra anneye geri dönme ihtiyacı duyar, geri gelir, anneye sarılır; ihtiyaç duyduğu güveni, sevgiyi ve sıcaklığı alır ve tekrar dünyayı keşfe çıkar. Güvenli sınırlar içinde istediği yöne gidebilme özgürlüğü sunulmuştur ona. Böylelikle odağını dış dünyaya da çevirebilmektedir.


Bu çocuk büyüdüğünde yüksek olasılıkla kendi seçimlerini yapabilen, ilgi ve heveslerinin peşinden gidebilen, kendi potansiyelini gerçekleştirebilen bir yetişkine dönüşür.


Çocuğunun bireysellik kazanmasına izin vermeyen bir anne ise, çocuğuyla ilgili her alanda söz sahibidir. Çocuğun ne zaman acıktığından, üşüyüp üşümediğine, hangi hobileri edinmesinin uygun olduğundan hangi mesleğe yönlendirilmesi gerektiği konularına kadar alınması gereken her kararı anne kendisi alır.


Bu yapıdaki bir anne, çocuğu kendi istediği yöne ilk adımlarını atmaya başladığı anda da engelleyici olur ve çocuğa verdiği mesaj şudur: “Benim istediğim gibi bir çocuk olmazsan seni sevmem!”


Anne tarafından sevilmemek, terk edilmek gibidir ve çocuk bu riski alamaz, kendi isteklerinden vazgeçer, annesinin istediği çocuk olmaya karar verir. Uyumludur fakat kendi seçimleri yoktur, hevesleri yoktur, bir bakıma kendisi yoktur; annesinin görmek istediği çocuk vardır. Bu çocuğun annesi tüm odağını kaplar çünkü hoşuna gitmeyecek herhangi bir girişiminde annesinin sevgiyi geri çekme ihtimali vardır ve çocuk, annesi olmadan yaşayamaz.


Bu çocuk büyüdüğünde ise yüksek olasılıkla kendi kararlarını alamayan, başkalarının onayına ihtiyaç duyan bir yetişkine dönüşür, insanlarla ters düşmekten korktuğu için onlara uyum sağlama yoluna gider. Çünkü bunu yapmadığı her an zihninin derinliklerinde annesinin sevgisini geri çekmeye, terk etmeye dair sözel ve sözel olmayan tehditleri canlanır ve hissettiği duygu kaygı uyandırıcıdır, güvensizlik doludur.

Romantik ilişkilerinde ise doğal olarak aynı mekanizma işler; partnerinin sevgisini, ilgisini kaybetmekten, yani terk edilmekten korkar.


Çocukken sevilmek için annesinin her isteğini yerine getiren, sık sık annesinin yüz ifadelerini okumak durumunda kalan çocuk, yetişkinliğinde de bu defa partnerinin yüz ifadelerini okumak, ilişki içerisinde terk edilme tehdidi altında olmadığını kendisine ispat etmek zorunda kalır.


Terk edilmeye neden olabilecek tehditler çok çeşitlidir; partnerinin onu yeteri kadar çekici, yeteri kadar akıllı, yeteri kadar eğlenceli bulmama ihtimali, bir başkasına ilgi duyma ihtimali gibi birçok olasılık zihnini sürekli olarak meşgul eder. Bu meşguliyet her daim acı verici duyguları beraberinde getirir ve kişinin kendiliğine dair algısını da olumsuz anlamda çarpıtır.


Partnerinin yüzünde sevgi dolu bir ifade gördüğü zaman kendini değerli, mutlu ve coşkulu hissederken, yine partnerinin yüzünde kendisini tedirgin edecek bir ifadeye rastladığı zaman değersizlik, yetersizlik duyguları altında ezilir. Mutluluğunu, umudunu, huzurunu baltalayan şeyler çoğunlukla başkalarının gözlerinden kendini değerlendirmesidir ve o gözlerde olduğunu hissettiği ifadeye göre kendilik algısı değişiklik gösterir. Tıpkı çocukluk döneminde annesinin gözlerinden bakarak kendini değerlendirmesi gibi.


Çocukken annemizle kurduğumuz ilişkinin niteliği bizim ilişki şablonumuzu belirler. İçine doğduğumuz sosyal çevre metaforik olarak bir desen gibidir. Bu desen, yaşamımız boyunca kendini tekrar eder. Dolayısıyla romantik bir ilişki içerisindeyken de, ilk yara ve ilk sevgi aldığımız yer olan anne kucağı tezahür eder.


Partner seçimimizden ilişkiyi yaşayış biçimimizi, ilişki içerisindeki sorunları onarırkenki veya ilişkiyi bitirirkenki tutumumuzu, ilişkinin ardından nasıl yas tuttuğumuzu; yani tüm süreci belirleyen bizim ilk sosyal çevremizi oluşturan, bizi biz yapan ebeveyn ilişkilerimizdir.

 

 

NOT: Yazının genelinde bakımveren kişiyi ifade etmek için ‘anne’ kelimesi sembolik olarak kullanılmıştır. Kast edilen, çocuğun en çok ilişkide olduğu, eğitimi ve bakımı aldığı kişidir.

 
 
 

Comments


İletişim

Sorularınız için bana ulaşın.

Klinik Psikolog Gizem Türker

gizemturker@gmail.com

+905555620715

© 2035 by Modern Mindful Therapy. Powered and secured by Wix

bottom of page